ENERJİ, TOPLUM, ÇEVRE, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ÜZERİNE..
Dr. Aysun AKGÜN
Çevre Mühendisi,Halk Sağlığı Uzmanı (MSc), İş Sağlığı Uzmanı (PhD)
Enerji Deyince?
İnsanın doğadaki varoluş mücadelesinde en önemli aracı enerjidir. Çağdaş yaşamın sürdürülmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Bu nedenle enerji erişilebilir ve sürdürülebilir olmak zorundadır. Kimi toplantılarda, derslerde konuştuğumuz bir konu var, daha çok benim yönelttiğim bir soru üzerine tartıştığımız bir başlık aslında: 2 gün elektrik kesintisi yaşasak, 2 hafta ve hatta 2 ay? En çok hangi alanda sorun yaşarız? Yanıt herşey! Sağlık konuları başta olmak üzere, ulaşım ve iletişimdeki aksamalar, internet erişiminin olmaması nedeni ile yaşanacak ekonomik sorunlar ve hatta güvenlik sorunlarını sıralıyoruz hemen. Bırakın 2 gün elektriksiz kalmayı, 2 saat telefonlarımız kapalı kalsa günümüzü organize edemediğimiz bir gerçek. İnternet çağında, prize yakın noktalarda yaşayan bir nesil yetiştiriyoruz!
Diğer yandan dünyada ve ülkemizde enerji kaynaklarımıza baktığımızda durumun pek de iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz. Artan nüfus, gelişen teknoloji, günlük hayatımızda eriştiğimiz konfor ve yaşam biçimlerimizdeki değişimler zamanla daha da çok enerjiye ihtiyaç duyacağımızı gösteriyor. Dünyada enerji üretimi daha çok fosil yakıtlara dayalıdır. Bilinen rezerv miktarlarının da çok uzun yıllar daha tüm dünyaya yetemeyeceği ortadadır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2017 yılı başındaki bir raporunda da yer alan bilgiye göre, her yıl bugüne kadar tüketilen yıllık ortalama ile fosil yakıt tüketmeye devam edersek kömür 114 yıl, doğalgaz 53 yıl, petrol ise 51 yıl yeterli olacaktır. Peki sonra? Genelde bu noktada, yeni teknolojiler ve kaynaklar bulunacağı yönünde iyimserlik üretiyoruz. Akılcı olan doğru politikalar ve planlamalar ile araştırma ve geliştirme çalışmalarını planlamak, her türlü enerji kaynağını bilimsel veriler ile değerlendirmeye almaktır. Bu süreçte, fosil yakıtların çevre ve toplum sağlığına verdiği büyük zararları, küresel iklim değişikliği ile ilgili bilimsel verilerin bize fosil yakıtlardan bir an önce vazgeçmemiz gerektiğini söylediğini unutmamalıyız.
Enerji politikaları..
Ülkemiz açısından enerji kaynakları ve enerji politikalarını düşündüğümde kendi adıma kaygı duyduğum noktalar olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Enerji konusunda dışa bağımlı durumdayız, üstelik kayıp kaçak oranı da oldukça yüksek. Bu durumda pahalı enerji arzı kaçınılmaz sonuç, OECD ülkeleri arasında en pahalı enerjiyi kullanan ilk ülke Türkiye. Ülkemizde enerji, ağırlıklı olarak kömürden ve hidroelektrik santrallerden elde edilmektedir. Doğalgaz ve ithal kömür yakarak elektrik üretimi, ne yazık ki dışa bağımlılığımızı artırmaktadır. Ülkemizde doğalgaz kaynağımız olmamasına rağmen ithal ettiğimiz doğalgaz ile elektrik üretmek üzere doğalgaz çevrim santralleri kurulmuştur. Yaşadığımız, Aydın ilimizde bile 1 adet aktif doğalgaz çevrim santrali bulunmaktadır. Ancak, enerjide %70’in üzerinde dışa bağımlı durumumuz hiçbir anlamda sürdürülebilir değildir. Özellikle ihracatın sanayi ürünlerine dayalı olduğu bir ülkede ki ülkemizde de durum böyledir, enerji eksikliği nedeni ile yaşanacak kayıplar olası işsizlik, kazanç ve dolayısıyla vergilerde azalma olarak sıralanır ve ülkenin geleceğini tehlikeye sokacak boyutlara uzanabilir.
Enerji üretimi ve temini, uluslararası dış ilişkileri belirleyen önemli konulardan biridir. Türkiye jeopolitik konumu açısından küresel enerji iletim hattı üzerinde olması nedeni ile enerji alanında da avantajlıdır. Ancak bu konum enerji fakiri ülkeler arasına girmeyeceğimizi göstermez. Bu türden fazla iyimser bir düşünceye yaslanarak üretilen politikalar akılcı olmayacağı gibi, enerji kaynakları açısından bağımlı olduğumuz sürece ekonomik ve politik alanda da bağımlılık kaçınılmazdır. Örneğin hepimizin hatırlayacağı gibi yakın zaman önce Rusya ile Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik ve siyasi gerilimde Rusya doğalgaz kesintisine gitmiş, Avrupa donma tehlikesi geçirmiştir. Küreselleşen dünyada en büyük gücümüz, kendi öz kaynaklarımıza dayalı bir enerji politikası geliştirmek olacaktır ki sadece ekonomik değil politik bağımsızlığımızı da destekleyecektir.
Yirmibirinci yüzyılda uluslararası sosyo – ekonomik politikaların temelinde enerji olgusu bulunmaktadır. Ulusal enerji politika ve programlarının, uluslararası yankıları olur. Enerji, çıkar çatışmaları, politik mücadeleler ve hatta savaşlara neden olmaktadır. Ancak tüm dünya ülkeleri için enerji politikalarının temel üç kuralı; “uzun vadede enerji arz-talep dengesinin sağlanması, kısa vadede enerji temininin güvenilir, sürdürülebilir ve ekonomik olması – enerji arzının kesintisiz olması, enerji üretimi ve tüketiminin çevreye zarar vermemesi” olarak sıralanabilir. Bu kurallara uyabilmek için, ülkelerin kendi kaynakları ile kendi bilgi birikimi, deneyimi ve teknolojisi ile enerji sorununu çözmesi gerekmektedir. Ülkemizde tükettiğimiz enerjinin büyük bir kısmı ithal edilmektedir. Her ne kadar yenilenebilir enerji kapasite artışında dünyada üst sıralarda olsak da yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılan yatırımlar, AR-GE çalışmaları ve insan kaynağı oldukça sınırlı kalmaktadır.. Bu durumda Türkiye, yirmibirinci yüzyılın başında ne yazık ki bıçak sırtı durumdadır.
Yenilenebilir Enerji
Yenilenebilir enerji, küresel iklim değişikliğinin felaketleri kapımızda iken tartışılmaz bir zorunluluktur. Yenilenebilir enerjiyi “doğal kaynaklardan elde edilebilen ve kendini sürekli yenileyebilen bir enerji kaynağı” olarak tanımlayabiliriz. Yenilenebilir enerji kaynakları çevreye zarar veren, küresel ısınma ve iklim değişikliğine neden olan karbon salınımının ve enerjide dışa bağımlılığın azaltılması açısından oldukça önemlidir. Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin tüm dünyada yol açtığı büyük sorunları hepimiz görüyoruz. Buzulların erimesi ile okyanus seviyelerindeki milimetrik artışların önümüzdeki on yıllarda kimi ada ülkelerini yok etme tehlikesi, yakın zamanda Avustralya kıtasında haftalarca söndürülemeyen yangınlar artık yerkürenin ekolojik taşıma kapasitesinin çok çok ötesinde olduğumuzu kanıtlıyor. Böyle bir dönemde kömür ve doğalgaz ülkemiz için elektrik üretiminin esas kaynağı iken, bacalarından çıkan CO2, NO2, SO2 gibi gazlar ile asit yağmurlarına dahi neden olabilen hava kirliliğine neden olmaktadır. Ayrıca bu gazlar, iklim değişikliğinin de temel nedeni olan sera gazları arasında yer almaktadır. Ülkemizde enerji içeriği düşük ancak kükürt içeriği yüksek kömürlerin kullanımı yaygındır. Özellikle büyükşehirlerde kış aylarında kömür kullanımından kaynaklanan kötü hava kalitesi, çevresel etkileri yanında sağlığımızı tehdit etmektedir. Çevre ve sağlık etkilerinin yanında, güvenilir ve sürekli enerji gereksinimi, doğalgaz ve petrol fiyatlarındaki değişkenlik gibi ekonomik parametreler de temiz enerji kaynaklarını tüm dünyanın gündemi haline getirmiştir.
Ülkemiz yenilenebilir enerji kaynakları açısından oldukça zengindir. Sadece iklim değişikliğine karşı önlem olarak değil, yerli ve ucuz enerji için de yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeliyiz. Uzmanlar, enerjide dışa bağımlı bir ülke olarak enerji tüketiminin %20’sini yerli ve yenilenebilir enerjiden karşılayabilsek ki bunun hayal değil gerçekçi bir yaklaşım olduğunu, böylelikle dış ticaret açığımızı bile kapatabileceğimizi belirtmektedir.
Türkiye özellikle güneş enerjisi bakımından elverişli bir konumda yer alıyor. Rüzgar enerjisinden de aynı şekilde bahsetmek mümkün. Güneş enerjisinde en önemli sorun, sadece gündüz elde edilen enerjinin depolanabilmesidir. Rüzgar enerjisinde de rüzgarsız günlerde santrallerin çalışmaması sorundur. Güneşi ve rüzgarı kontrol edebilme şansımız yok. Bu durumda kesikli çalışan iki yenilenebilir enerji türünü oldukça önemli destek kaynak olarak görebiliriz. Ancak enerji arzında süreklilik esastır. 2019 yılı Ağustos ayı verilerine göre, ülkemizde kurulu gücün yaklaşık %55.38’i fosil yakıt kullanan santrallerden, %24.43 ‘ü barajlı enerji santrallerinden oluşmaktadır. Geriye kalan %20.19’dan %9,21’ i hidroelektrik enerji santralleri, %8,51’i ise rüzgar enerji santralleridir. Ülkemizin en zengin olduğunu söyleyebileceğimiz güneş enerjisi alanında yatırım yok denecek kadar azdır (kurulu gücün %0.11’i).
Türkiye, bir diğer yenilenebilir enerji kaynağı olan jeotermal enerji konusunda da oldukça zengindir. Ülkemiz jeotermal güç kapasitesi açısından dünyada ABD, Filipinler ve Endonezya’dan sonra 4. Sırada, Jeotermal ısı kapasitesi açısından ise Çin’den sonra 2. Sırada yer almaktadır. Jeotermal enerji kaynakları açısından büyük olanaklara sahipken, jeotermal santraller ile ilgili kötü uygulamalar nedeni ile kamuoyunda oluşan tepkiler de gündemdedir.
Jeotermal enerji…
Tarihte jeotermal kaynakların kullanımına dair bulgular MÖ 10000 dönemine kadar gitmektedir. Bu dönemde doğal jeotermal kaynakların Akdeniz bölgesinde çanak çömlek, krem yapımı gibi işlerde, MÖ 1500 döneminde Roma’ da ve Çin’de banyo, ısınma ve pişirme işleri için kullanıldığı bilinmektedir. 1800’lü yıllarda Fransa’da şehirler yaygın olarak jeotermal akışkan ile ısıtılmış, 1904’te İtalya - Larderello'da jeotermal buhardan ilk elektrik üretimi sağlanmıştır. Ülkemizde ilk jeotermal sondaj kuyusu Balçova, İzmir'de 1965’te açılmıştır. 1982’de Türkiye'de Germencik jeotermal alanı keşfedilmiş, kuyu içi eşanjörlü ilk jeotermal ısıtma sistemi Balçova, İzmir'de kurulmuştur. 1984 yılında Türkiye'nin ilk ve Avrupa'nın İtalya'dan sonra ikinci jeotermal enerji santrali (20.4 MWe kapasiteli) Kızıldere, Denizli'de hizmete açılmıştır. Türkiye'nin ilk jeotermal merkezi ısıtma sistemi Gönen, Balıkesir ve Kozaklı'da işletmeye alınmıştır (1987). Ülkemizde genelde termal turizm alanında kullanılmış olan jeotermal enerji, yenilenebilir ve sürekli enerji kaynağı olma özelliği ile öne çıkmaktadır. Son dönem elektrik üretim santralleri yatırımları da Ege Bölgesi ve ilimiz Aydın’da yoğun bir şekilde gerçekleştirilmektedir.
Binlerce yıldır çok farklı amaçlarla kullanılan jeotermal enerji, elektrik üretimi için kullanılmaya ilk olarak İtalya’da 116 yıl önce başlamıştır. Yeni bir uygulama olmamasına rağmen, bölgemizde yoğun yatırımlar nedeni ile olası çevresel ve sağlık etkileri bakımından kamuoyunda kaygı uyandırmaktadır. Tablo 1 ve 2’ de görüldüğü gibi tüm dünyada elektrik üretiminde kullanılmakta olan jeotermal enerji kurulu güçleri açısından, 2011 – 2018 yılları arasında bu kaynağa sahip her ülkede kapasite artırımlarına gidilmiştir. Kurulu güç açısından jeotermal elektrik santrallerinde en fazla kapasite artışı ülkemizde yaşanmıştır. Kişisel görüşüm, kamuoyu kaygısının temelinde, kanıtlanmış çevresel ve sağlık etkilerinden çok, bu hızlı kapasite artışının yatıyor olduğudur.
Tablo 1Dünyada Jeotermal Enerji Kurulu Gücü, 2011
Tablo 2Dünyada Jeotermal Enerji Kurulu Gücü, 2018
Ulusal kalkınma ve refahı sağlamasının yanında uluslararası ilişkiler açısından da enerjinin oldukça önemli olduğunu biliyoruz. Ancak kamuoyunun endişelerini dinlemek, anlamak, yapılan yatırımların tekniğini, olası etkilerini ve alınan önlemleri açık ve şeffaf bir biçimde paylaşmak, demokratik hak olduğu kadar etik olarak da önemli bir gerekliliktir.
Mesleğim gereği katıldığım hemen her toplantıda en çok karşılaştığım sorular altın madeni, nükleer enerji ya da jeotermal elektrik santralleri gibi yatırımlara karşı olup olmadığımdır. Yanıtım kısa ve net. Öncelikle, hangi sektörden olursa olsun hiçbir yatırımın çevreyi kirletmeye, doğal kaynaklarımızı hoyratça kullanmaya, çevreye ve topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmemeye hakkı olmadığına inanarak ve bunu önkoşul sayarak, içinde bulunduğumuz konjonktürde sahip olduğumuz enerji, maden gibi zenginlikleri görmezden gelmek ve karşı durmak gibi bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum.
Birkaç çelişkili durumu tam da bu noktada sıralamak gerekiyor. Bunlardan ilki tam olarak neye karşı olduğumuzla ilgili. Jeotermal enerjiye karşı çıkmak farklı, enerji politikalarını eleştirmek farklı bir konudur. Jeotermal enerji zenginliğimizdir. Sadece elektrik üretiminde değil kentin ısıtılmasında, ilimizde temel geçim faaliyeti sayılabilecek tarımda, seracılıkta, sebze meyve kurutma tesislerinde ve turizmin geliştirilmesinde jeotermal kaynaklardan yararlanmak gerekir. Jeotermal rezervin korunması, izlenmesi, reenjeksiyonun kontrolü ve çevre – sağlık etkileri açısından denetimler yapılmalı ve şeffaf bir biçimde kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Konu hakkında bilgi eksikliği, denetim verilerinin paylaşılmaması, resmi kurumlardan gelen çelişkili açıklamalar Aydın ilinde jeotermal elektrik santraller ile ilgili yaşanan kaygıyı arıtmaktadır. Enerji politikalarının, plan ve programlarının, alınan kararların doğru, açık ve gerekçeleri ile birlikte açıklanmasını istemek toplumun en doğal hakkıdır. Çevreye duyarlı ve güçlü sivil toplum örgütleri, jeotermal enerji, nükleer enerji, madencilik faaliyetleri ve daha birçok konuda, toplum değerleri ve çıkarları açısından, sadece karar alma aşamasında değil politikadan uygulamaya, uygulamadan denetime kadar tüm süreçlerde şeffaflık talep etmektedir. Bu talepler, önyargılı, kişisel çıkarları gözeten, taraflı ve ideolojik olmadığı sürece karar alma süreçlerini olumlu etkileyecektir. Hesap verebilirlik ilkesine riayet ediyor olmak, demokratik süreçlerin olması gerektiği gibi işlediğinin göstergesi olması yanında, vatandaşların devlete, yatırımcıya ve denetim süreçlerine olan güvenini artırır, karar vericiler ve yatırımcıları ise daha tedbirli olmaya teşvik eder. Ülkemizde güçlü sivil toplum örgütlerine her konuda çok ihtiyacımız olduğu açık; bilimsel ve teknolojik verilerden uzaklaşarak popülist davranılmadığı sürece. Ulusal enerji politikaları ve elektrik enerjisinin nasıl üretileceği konularındaki kararlar bilimsel, sosyal, ekonomik ve teknolojik verilere göre yapılmalıdır. Aksi halde, sadece Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde değil, ABD gibi gelişmiş ülkelerde de yakın zaman önce örneği görüldüğü gibi enerji krizlerinin yaşanması mümkündür. Bu nedenle, barajlarımızda su seviyesinin düştüğüne dair veriler varken ve hatta su fakirliği tehditi ile karşı karşıyayken, ithal kömür ve doğalgaz ile gerçek maliyetinin çok üstünde enerji üretimi yapıyorken, enerji kayıplarını önleyemiyorken, enerjiye salt karşıtlık üzerinden yaklaşmak yerine kamu çıkarını gözeten, akılcı ve sağduyulu bir tutum geliştirmek tüm ülkenin yararına olacaktır.
Diğer bir çelişkili durum da olumsuz çevre ve sağlık etkileri açısından diğer dünya ülkelerinde kamuoyu tepkisinin yok denecek kadar az olmasıdır. Örneğin İtalya’da 116 yıldır, özellikle üzüm bağları ve şarapları ile meşhur Toscana Bölgesinin tamamında kullanılan jeotermal enerji, üzüm bağlarını yok etmediği gibi yarattığı büyük sağlık sorunlarına dair kanıtlanmış bir bulguya rastlanmamıştır. Kuşkusuz, 116 yıldan bahsediyor olsak dahi her iki başlık da araştırılmaya muhtaçtır. Denetimler, yaptırımlar ve teşvikler bu noktada çok önem kazanmaktadır. Örneğin çevre cezalarının yaptırım gücü ne yazık ki yüksek değil. Son dönemlerde, resmi kurumlar tarafından denetimler özellikle toplumsal tepkilerden sonra artan duyarlılıkla, yasaların el verdiği ölçüde toplum sağlığı ver çevreyi korumacı bir tutumla ve hatta inisiyatifle gerçekleştirilmektedir. Çevresel Etki Değerlendirme sürecini olumlu kararı ile tamamlasa da yargı kanalıyla faaliyeti durdurulan santrallere de rastlıyoruz. Bunlar olumsuz yönler. Aynı yaklaşımı, iyi uygulama örneklerini öne çıkarmak ve teşvik etmek için de sergilememiz gereklidir. Örneğin, çevre cezası alan işletmelere 5 yıl ihale yasağı getirilse, bu yaptırım kötü uygulamalardan, yasalara aykırı tutumlardan uzaklaşılmasını sağlar mı? Kişisel kanaatim, çok yüksek bir yaptırım olsa da bu uygulama ile haksız rekabeti engellemek için toplum sağlığı ve çevreye haksızlık edilmemiş olur. Enerji politikalarını eleştirmek vatandaş olarak en doğal hakkımızdır. Re-enjeksiyon yapılmadığı için incir ağaçlarının kuruması ya da filtre takılmadığı için iddia edildiği gibi zehirli gaz solumamız, insanlığın teknolojik alanda ulaştığı noktaya bakarak bile, kabul edilemez. Ancak, kaygı duyulan riskleri önlemek mümkün. Denetim, izlem ve bulguların şeffaflıkla paylaşımı, olası riskler konusunda alınan önlemlerin açıklanması bu konuda kaygıları azaltabilecek bir girişim olabilir.
Diğer yandan, jeotermal enerjinin sağladığı avantajları da akılda tutmak gerek. Yine Aydın örneğinden yola çıkarsak, kış aylarında açık havada kalitesiz fosil yakıt kullanımından kaynaklanan kükürtdioksit, karbonmonoksit gibi gazları soluyoruz ve ölçümler de göstermektedir ki zehirleniyoruz. Yakıt kazanlarının devreye alındığı saatlerde hemen her konutun çatısından siyah dumanlar yükseliyor. Bu durumda, bir de jeotermal enerji ile ısındığımızı düşünsek? Jeotermal elektrik santrallerinde yanma gazlarının hemen hiçbirine emisyon ölçümlerinde rastlanılmamaktadır. Jeotermal elektrik üretim santrallerinin emisyon salınımlarında en büyük payın sahibi karbondioksittir ki kimi iyi uygulama örneklerinde, karbondioksitin havaya salmak yerine depolandığı ve seralarda kullanıldığı görülmektedir. Jeotermal elektrik üretim tesislerinden kaynaklanan ve en farkedilen salınım hidrojen sülfürdür ki çürük yumurta kokusu olarak tarif edilen kokusu ile insanlara rahatsızlık ve kaygı vermektedir. Bu kokuyu önlemek için ilave filtreler takmak, geri kazanım tesisleri kurmak mümkün. Amerika Birleşik Devletlerinde, hidrojen sülfür geri kazanım tesisinden çıkan madde zararsız sülfür içerdiği için toprak iyileştirmede kullanılmaktadır. Bir diğer ekonomik fayda, ülkemizde jeotermal enerji ile ısıtılan kentlerden bildiğimiz üzere ısınma için vatandaşların ödediği bedellerin, kömür ve doğalgaza oranla oldukça düşük olmasıdır. Dünyanın en pahalı enerjisini kullanmakta olan ülkemizde, “dar gelirli” kesimi memnun edecek ve refahını artıracak daha kısa vadeli bir çözüm yoktur diye düşünüyorum. Üstelik, küresel ısınma ve iklim değişikliğini önleme çabalarına koyulan katkı da çok büyük olacaktır.